20 Aralık 2010 Pazartesi

av mevsimi


Bence filmlerin görevleri vardır, bir "dert" leri vardır, yönetmenin aktarmak istediği duygu&duygular vardır. Polisiye filmlerin görevi ise herkesin malumudur; germek ve şaşırtmak. Av Mevsimi, ne yazık ki bunlardan bağımsızdı, hasta kızın yatağı görüldüğü andan itibaren olay ben dahil birçok izleyici tarafından çözülüyordu. Bundan sonra da seyirciye düşen, karakterlerin de olayı çözmesini beklemek oluyordu. "Seyirci bilmez, oyuncu da bilmez" kuralı yönetmenin isteminden bağımsız bir halde "seyirci bilir, oyuncu bilmez" e evriliyordu.

Cem Yılmaz, bir polisiye filmde oynayabileceği en iyi rolü oynamıştı; deli polis. Ben Cem Yılmaz'ı yalnızca tek kişilik gösterilerinde komik buluyorum, filmlerinde ve başka platformlarda yaptığı espriler beni pek güldürmüyor, bu noktada, gülmek için Cem Yılmaz'ın yüzünü görmenin kafi geldiği ve filmde de ondan hep espri bekleyen güruhtan ayrı düşüyorum ve Deli Polis İdris'i yadırgamıyorum.

Şener Şen'i "gönül yarası" filmindeki karakterine benzettim ve bu babacan polisi sevdim. Okan Yalabık, "çömez"i gerçekten hakkını vererek oynamıştı, ona böyle roller zaten yakışıyor.

Film müzikleri çok güzeldi. "Benden adam olmaz" şarkısı harikaydı, ana haber bültenlerine kadar girmemiş olsa "hayde" türküsünün sahnesi de öyleydi.

Battal Bey'in eşinin de işin içinde olduğunu düşünmüştüm, yanılmışım.

Kesik kol'un, Battal Bey'in dağ evine olan yakınlığının olay çözülene dek farkedilmemiş olması bir ünlem, kesik kol'un esrarı ve bir av tüfeğiyle nasıl intihar edilebileceği ise birer soru işareti olarak kaldı bende.

"Türkler yapınca beğenilmiyor" sığlığında ve beğenmeyen herkesi oryantalist ilan eden yorumları saçma buluyorum. Örneğin polisiye bir Türk filmi olan "Gen" i çok beğenmiştim.

Bana göre şaşkınlığı ihtiva etseydi Av Mevsimi, tadından yenmezdi.

19 Kasım 2010 Cuma

persepolis


Persepolis, Marjane Satrapi isimli İranlı bayanın çizgiromanından sinemaya uyarlanmış bir animasyon filmi.
İran İslam Devrimi'ni Marjane, sol görüşlü, muhalif ailesi ve çevresi özelinde ele alıyor.
Filmin sinema değeri çok yüksek ve son derece sürükleyici, içerik olaraksa oryantalist bir bakış hakim olsa da yine de yaşanmış(?) kısıtlamaları konu alıyor, İngilizlerin petrol politikası ve İran-Irak savaşına da değiniyor.
Marjane'ın 9-24 yaş arasındaki hayatına, Viyana deneyimlerine, muhalif kimliğine tanıklık ediyoruz.

Batılı bir insan olsaydım muhtemelen bu filmi çevremdeki herkese izletip "bakın, işte böyle olmuş, oluyor" derdim, Korku İmparatorluğu tebaasından bir beyaz Türk olsaydım da yine aynı şeyi yapıp "Türkiye'nin rotası" na vurgu yapardım.
Evet İran'da bir kısım insanların engellendiklerini biliyorum, fakat filmdeki kadar mı bilemiyorum. Bu konuda üç İranlıyla konuşmak isterdim.
Siyah-beyaz bir animasyon filmi olması benim çok ilgimi çekti. Türkiye'de yaşanmış/yaşanan sorunları da böyle bir tarzda görmeyi çok isterim. Örneğin bitmek tükenmek bilmeyen başörtüsü yasağını...
Marjane İslamcı (bu kelimeyi ilk ve son kez kullanıyorum) bir devlette, komünist bir ailede doğdu. Ben laik bir devlette, muhafazakar bir ailede doğdum. İçini dolduruşumuz farklı olsa da "özgürlük" kavramı her iki sahibe-i hayatın ortak ihtiyacı.


stefan'ın kılıcı


-Küreselleşme çağındayız. Bundan herkes kendince yararlanmalı. Sadece başkalarına kızarak küreselleşmeyi ıskalamak akıl karı mı?
-Evet, küreselleşme çağı! Her şey küreselleşiyor. Ticaret, siyaset, savaşlar, çıkarlar, katliamlar, zulümler küreselleşiyor. Ama nedense ve ne hikmetse adalet küreselleşmiyor. İnsanlık küreselleşmiyor. Merhamet küreselleşmiyor.



9 Kasım 2010 Salı

serçelerin şarkısı


Bu sahne hayatımda gördüğüm en etkileyici sahnelerden biriydi. Çocuklar, hayalleri için çok çalışmışlardı, çamur içerisindeki bir yeri temizlemişler, yetiştirmek için balık almışlardı, balıkları yaşatmak için herşeyi boşvermişlerdi.
Ama hayalleri yıkıldı ve bu yıkılış yüzlerinden öyle derin okundu ki...Kamera hepsinin yüzünde tek tek gezdi, hüzünleri çok saf ve bariz bir şekilde okundu. Çocukların dünyasında herşey daha yalın, daha anlaşılır. İdeallerin önünde engel kabul edilen "hayatın gerçekleri" ne olan uzaklıklarından mütevellit cesaret ve çalışkanlıkları muhteşemdi.

Bu filmde "hırs" ın insanı nasıl değiştirdiğini ve hoş olmayan sonuçlarını, devekuşlarının gerçekten de hızlı koştuğunu, İran filminde İbrahim Tatlıses dinlenilmesinin beni mutlu ettiğini gördüm.
Mecid Mecidi filmlerinde her zaman olan "fakirliğin, onurlu ve güzel yaşama ve kuvvetli aile bağlarına engel olmak zorunda olmadığı" nı gördüm.

8 Kasım 2010 Pazartesi

senaryo yazmak


Gökhan Yorgancıgil'in verdiği 4 haftalık "senaryo yazmak" seminerlerinin ilk ve son derslerine girdim. Öyle bir amaç gütmeksizin, neler konuşulduğunu merak ederek..
Notlarım ;

  İLKELERİMİZ
1) İlke merkezli düşün
2) Yalın düşün (Think simple' imiş evrensel hali)
3) Çok oku,çok izle
4) Senaryo yazımı bir görüntü yazımıdır, edebi bir sanat değil.
5) Seyirci, karakter ile özdeşleşir
6) Karakter dış evrenle, iç evrenle ve diğer karakterlerle çatışma yaşar.
7) Karakter değişir, A noktasından B noktasına
8) Senaryo yazarı Arketip yazar, Stereotip değil


Zengin bir adamla fakir bir adamın farkını anlatmak için onlara uzun felsefi tartışmalar yaptırmak değil, basit bir sorunu (örn musluk tamiri) kendilerince çözmelerini göstermek gerekir. Senaryo yazarı gerçekler arkasındaki anlamları anlatır.

"Kıpkızıl güneş batıyordu" değil, sadece "güneş batıyordu" kırmızılığı katacak olan yönetmendir.

Roman (kitap), filmden üstün bir sanattır. ( evet sanırım, "filmi, kitabı gibi değildi çok kötüydü" demek yanlış, hiçbir zaman kitap gibi olamaz, ayrı şeyler.)

Her hikaye özünde bir olgunlaşma hikayesidir. Karakter, senaryonun başındaki ile aynı kişi değildir. (buna benim vereceğim ilk örnek "baran" olur.)

Fikir-idea
Bir yapımcıya 5 katlı bir binanın 1. katından 5. katına kadar asansörde anlatabileceğimiz bir fikir.
"zengin kız-fakir oğlan" ilginç fikir değil, "batmakta olan Titanikteki zengin kız fakir oğlan" ilginç fikir.
Dostoyevski bütün yazdıklarını, yaşadığı dönemin 3. sayfa haberlerinden almış. Türkiye'de de bunu Zeki Demirkubuz yapıyor.

Senaryo yazımı bir tasarım işidir. Sanatçılığın önüne geçmeyen bir mühendislik gibi.

-karakter bilir,seyirci bilmez
-karakter bilmez,seyirci bilir
-karakter bilir,seyirci bilmez
-karakter bilmez,seyirci bilmez.

seyirci üzerinde en fazla gerilim yaratan 2. sidir.

Bunun dışında sinopsisler,tretmanlar gibi çok teknik konular vardı ama beni dumura uğratan senaryo yazmak için bilgisayar programları olduğunu öğrenmem oldu. Word ile yazılmazmış :) 
Yeryüzünde söylenmemiş söz, işlenmemiş konu olmadığını düşünürsek çok zor bir iş, derinlik lazım...

* Resim, Gökhan Yorgancıgil'in filmi "Sıfır Dediğimde" den. Daha önce tv de görüp, bir miktar izlemiştim, belki de cazip gelmemişti bilemiyorum ama en kısa zamanda doğru düzgün izleyeceğim.

3 Kasım 2010 Çarşamba

çorba film ve yahudi adetleri

                        

   İçinde Fatih Akın bulunduğu için beni iten fakat sevdiğim üç oyuncuyu - Natalie Portman, Orlando Bloom ve Hayden Christensen - içerdiğinden dolayı beni çeken "New York, I love you" filmi ne yazık ki 12 yönetmenin kısa filmlerinden oluşan bir çorba idi. En beğenilen bölümlerden biri en sonuncu olan iki yaşlı çiftin hikayesi imiş ama ben malesef sonuna kadar dayanamadım.

Filmde en ilgimi çeken, kendisi de Yahudi asıllı olan Natalie Portman'ın oynadığı bölümde gösterilen Yahudi gelenekleriydi. Evleneceği için saçını kazıtmak ve peruk takmak zorunda kalmıştı.  

"Brooklyn’de Boro Park denilen bölge ise gerçek bir Yahudi yerleşim bölgesi. Hasidik denilen en dindar olanlarının yaşadığı yer burası. Etrafınızdaki hemen her erkek siyah cübbeli, başında kippalı, yanaklarının iki yanından kıvrımlı zülüfleri uzanan cübbelerinin kenarından iki yanlı püskülü sarkan bir görünüme sahip.
Buraya gelenlerin kadınlarda en dikkatini çeken şey ise kafalarındaki perukları. Yahudi geleneğinde evli kadınlar, saçlarını kazıtıp üzerine peruk takıyor. Kimi Yahudi kadın bu perukla geziyor, kimi peruğun üzerine türban tarzında bir örtü geçiriyor."
haber7.com

                                   

1 Kasım 2010 Pazartesi

cennetin rengi


Majid Majidi'ye zevkle ve iştiyakla devam ediyorum.
Yabancı dile "The color of paradise/ cennetin rengi" olarak çevrilen bu filmin orjinal adı  Rang-e khoda,
yani "Hüda'nın Rengi". Pride and Prejudice' ın "aşk ve gurur" olarak çevrilmesi kadar garipsemesem de, orjinal adının filme daha çok uyduğunu düşünüyorum. Çünkü Muhammed görme engelli ve Allah'ı elleriyle görmeye çalışıyor.

Öğretmenim: "Allah Körleri Daha Çok Seviyor." Dedi. Bende;"Eğer Öyle Olsaydı Bizi Kör Yapmazdı."Dedim."Çünkü ßöyleyken Onu Göremeyiz." Oda Bana;"Allah Görünmezdir..." O Heryerdedir Onu Hissedebilirsin! " "Parmaklarınla Onu Görebilirsin..."Dedi.Ben de Hergün Parmaklarımın Dokunduğu Heryerde, Herşeyde Allah'ı Aradım" Ve Ona Herşeyi Anlattım Kalbimdeki Sırları Bile.

Film, insanın kalbine dokunan bir sahneyle başlıyor. Muhammed duyarak, dokunarak, yuvasından düşmüş bir yavru kuşu buluyor ve ağaca tırmanıp onu yuvasına bırakıyor.

Babası haricinde, Muhammed'in göremeyişinden şikayetçi olan kimse yoktu, buna Muhammed de dahil. Kardeşlerinin ve özellikle ninesinin Muhammed'e olan sevgisi çok etkileyiciydi. Babası Muhammed'i görme engelli bir marangozun yanına bıraktığında ninesi evi terk etmeye kalktı ve hasta olup yataklara düştü. Baba " Muhammed'i geri getireyim mi?" dediğinde "Ben onun için değil senin için endişeleniyorum" dedi. Oğluna, gelecekte yaşayacağı vicdan azabını işaret etti.
Baba her ne kadar, oğluna bakmak istemeyen bir karakter olsa da, annesine olan sevgi ve saygısı da beni etkiledi. "Mutlak iyi" olmayan bir karakterin dahi annesine sonsuz saygı duyması, her zaman görebileceğimiz türden bir şey değil.
Muhammed'in nehre düştüğü sahne, en vurucu sahneydi benim için. Evet, dünyanın bir karanlıktan ibaret olması fikri, yeterince korkutucu ama görebilen bir insanın dahi başedemediği bir akıntıda karanlıkta olmak, nereye, nasıl savrulduğunu görememek, tutunacak dalı, önüne çıkması muhtemel kayayı görememek...
En acısı bu.
Ama Allah, Muhammed'in kendisini aramasına devam etmesini istedi. Görebilen insanların göremediklerinde, kendisini görmeye devam etmesini istedi.

31 Ekim 2010 Pazar

hayal perdesi kısa filmleri


Bugün gerçekleşen etkinlikte başlangıçta bir Mavi Marmara belgeseli gösterildi ki tek kelimeyle harikaydı.
"En acı olan şu; arkadaşının yüzüne bakıyorsun ama kanamasını durduramıyorsun."
"Bir insan seni bakışlarıyla ezmeye çalıştığında yapabileceğin iki şey var ; ya yere bakıp teslim olursun, ya da aynı şekilde bakarak enerjini tüketirsin, teslim olamazdım çünkü o zaman o ben olmazdım."
Bu iki söz hala kulaklarımda.

Kısa filmlerden "Güvercin" ve "Elma Dersem Uyan" ı izledim. "Güvercin" in yönetmeni, hangi yönetmenden ilham almış bilemeyeceğim ama filmi sonlandırmayarak, sonu bizim hayalgücümüze bırakmıştı. Ama bu modayı uygulayanların unuttuğu birşey var ki o da bizlerin hayalgücünü geliştirmesi gereken anaokulu çocukları olmadığımız gerçeği. Sonu hariç film gayet güzeldi ama keşke bir "son" u olsaydı.
"Elma Dersem Uyan" ı beğendim, kendisi günlük hayatta herkesin yakınında birilerinin mutlaka yaşamış olduğu bir durumdur. Bizim de komşularımızın yaşadığı, şahit olmadığım, bana sonradan anlatılan ve akabinde şahit olmadığım için hayıflandığım bir olaydır :

H ve Ö yeni evli komşularımızdır. Bir yaz akşamı gezmeden dönerler. H (bayan olan kişi) bahçedeki komşulara selam verir ve 5 dakikalık bir hoşbeşe başlar. Bu sırada Ö eve çıkar. Hoşbeşi bitirip eve dönen H kapıyı çalar fakat açan olmaz. Daha çok çalar, bir yandan telefon eder ama nafile. Korkmaya başlar. Annneme gelip durumu haber verir. Annem de kapıyı çalmaya başlamıştır. Bu esnada komşular da oraya birikmeye başlar. Herkes bağırıyor, H ağlıyor, annem kapıyı yumruklarken aynı anda tekmeliyordur da. Uzun bir müddet sonra kapı açılır. Ö bu olayı sonradan şöyle anlatacaktır ; "Bi uyandım bütün apartman karşımda." :) 

vavien


Vavien tamamıyla film okumaları semineri için izlediğim bir filmdi. Böyle bir durum olmasa, hasbelkader filme başlamış olsam dahi ne yazık ki bitiremezdim. Ama bu durumu sanatsal filmlerden anlamayışıma yormayacağım.

Binnur Kaya'nın oyunculuğu her zamanki gibi mükemmeldi fakat Engin Günaydın , Burhan Altıntop gibiydi. Gerçi filmdeki şive birebir Tokat şivesi imiş ama demek ki Burhan Altıntop da Tokatlıydı.

Film okumalarında değindiğimiz "başlangıçta isimler neden siyah fon üzerine beyaz yazılmış?" sorusuna bulduğumuz "iyi ve kötüye vurgu" cevapları bana bu seferlik uzak kaldı :)
Keza "neden film kirli bir tabakla başlıyor?" sorusuna olduğu gibi.

 Vavien aynı lambayı iki farklı anahtar ile kontrol etmeye yarayan elektrik devresi demek. Rivayetlere göre, filmdeki lamba Celal, bir anahtar Sevilay, diğer anahtar pavyon kadını imiş. Celal devreyi nasıl kullanacağını bilmeyen ve de korkak bir adam. Sevilay, korkak adamın korkak eşiydi ki bence bu yüzden çok sahici bir karakterdi. Gerçek hayatta da böyle değil midir? Umutsuz ve ezik bir bayanın o çok korktuğu kocası aslında eziğin ve korkağın önde gidenidir.

Vavien, Fransızca bir kelime. Filmin müzikleri de Fransız esintileri taşıyor ve de çok güzel.

Yukarı da resmi bulunan sahne sevdiğim bir bölümdü. Celal'in kabusundan uyanmasını beklerken, herşeyin gerçek olduğu anlaşıldı ve Sevilay bütün gerçekliğiyle "Celalim" dedi. Gerçekten hoştu.
Ve bize neyi hatırlattı? "Hiç rüyada olup olmadığından ya da uyandığından kuşkuya düştüğün oldu mu?" Matrix :)

Filmi beğenmeyişimi Taylan Biraderlere değil Engin Günaydın'a bağlıyorum. Zira Taylan Biraderlerin bir önceki filmleri 'Küçük Kıyamet' çok ama çok beğendiğim bir film olmuştu.

Vavien'in bana en önemli katkısı şudur ki artık vavien'in anlamını biliyorum.


28 Ekim 2010 Perşembe

baran


Cennetin Çocukları'nı izlemiştim uzun süre önce ve tabiki hayran kalmıştım. Mecid Mecidi ismini daha sonra duydum, geçenlerde de Bilim ve Sanat Vakfı'nda sinema atölyesine girmek isteyen birine sinema atölyesindeki birinin "Mecid Mecidi bizim şeyhimizdir" dediğine şahit oldum :) Meğerse daha önce Mecid Mecidi vakıfta misafir bile olmuş, sinema atölyesine katılmış, anladım ki bizim camianın gençleri arasında Farid Farjad ile birlikte Mecid Mecidi deyince de akan sular dururmuş.

Baran, yaratılışımızdan, doğduğumuz ve beslendiğimiz topraklardan bir aşkı anlatıyor. Öyle ki sahte, hoyrat ve özenti "aşk" yanılgısından nefret eden bünyeme bütün saflığıyla dokunuyor. "aşk" telaffuz dahi edilmeksizin, konuşmadan, kendini adayış...İmkansızlıklar içinde açan küçük bir çiçek...

Latif  hırçın, kavgacı, işi elinden alınınca daha da hırçınlaşmış bir çocukken, onu dizginleyen kendinden vazgeçiren aşk oluyor, onu "aşk" büyütüyor.
Latif, Rahmet' in sesini hiç duymadı. Yaşadığı herşey Rahmet'in yüzündeydi, mülteci olmanın, çalışmak zorunda olmanın verdiği acılar da, kuşlara yem vermenin verdiği küçük mutluluk da...

Filmin sonunda Rahmet sepetini düşürdü, dağılanları toplarlarken ellerin buluşmasını bekledim, öyle alışmıştım çünkü, ama buluşmadı ve bu buluşmayış beni daha ziyade mutlu etti.

"Çamura saplanmış kara lastik pabucun bütün masallardaki kristallerden daha varlıklıdır. Ama yokuşun dik senin, yükün ne kadar ağır. Senin taşıdığın benim belimi büküyor. Sen ezilme, bel verme diye her şeyden vazgeçebilirim. Sarı bir sayfanın resmiyeti üzerinden kazınan vesikalık bir fotoğraf gibi bir anda kimliksiz kalabilir, ismim gibi cismimden de geçebilirim."  nazan bekiroğlu

18 Ekim 2010 Pazartesi

ölü ozanlar derneği


Benim de idealist öğretmenlerim oldu, olmasaydı John Keating'i ütopik bulabilirdim ya da hayıflanabilirdim.
Bana hayat öğütleri veren, öğle aralarını bile öğrencileri için harcayan hocalarım oldu. İyi ki de oldu.
"Bir kitap okudum hayatım değişti" "Bir film izledim hayatım değişti" iki tür palavradır ama idealist bir hoca insanın hayatını gerçekten değiştirebilir ve bence her insan evladı hayatında bir kez dahi olsa böyle bir hocayı hakeder.

letters to juliet


                                                               Kesinlikle !

11 Ekim 2010 Pazartesi

gigante


Gigante, sımsıcak, izlerken çokça gülümsediğim bir Uruguay filmi. Süpermarkette çalışan güvenlik görevlisi adamın, ekranda gördüğü temizlik işçisine aşık olmasını konu alıyor.
"Gigante" "dev gibi,iri cüsseli" demek, Türkçe'ye de "koca adam" olarak çevrilmiş ki bu tam olarak güvenlik görevlisi Jara'yı nitelendiriyor. Jara, çok utangaç, uzun bir müddet Julia'yı sadece izliyor ve dışarıda da takip ediyor. Julia temizlik yaparken tuvalet kağıdı kulesini devirince, şefi ona kızarken, Jara'nın şefi anons ettirerek onu kurtarması, gece Julia'ya laf atan taksiciyi, Julia gittikten sonra dövmesi, Julia sinemaya gittiğinde önce aşk filmi salonuna bakıp sonra "mutant" isimli filmde onu bulması, Onu karate yaparken gördüğünde ve kendisi gibi metal dinlediğini öğrendiğinde yüzündeki mutluluk en sevdiğim kısımlar oldu.
Koca adam, bol bol yemek yiyor, fazla konuşmuyor, düşünceleri ve hissettikleri, mimiklerinden ve hareketlerinden anlaşılıyor.Kocam adam ve julia arasında filmin sonuna kadar tek bir diyalog dahi geçmiyor.
Gigante, ödül almış filmlere olan antipatimi zedeledi.



9 Ekim 2010 Cumartesi

kıskanmak



Filmi izlemeden önce, romanı okumuş olmayı dilesem de, o zaman muhtemelen filmde romanın tadını bulamayacak oluşuma dair pek kuvvetli tahminimden mütevellit bu fikirden vazgeçiyorum.
Günlük hayatta güzellik-kıskançlık düalizmi de sık sık görülse de zihinlerimizdeki ya da bilinçaltımızdaki "çirkinlik" ve "kıskançlık" ın o birbirini destekleyen, birbirlerine çıkan yollarına tanık olmuş oldum. Öyle bir duygu ki, kendi mahvına da sebebiyet verdirmekten çekinmeksizin hareket ettiriyor.
Seniha rolündeki Nergis Öztürk'ü yeni bir oyuncu ve gerçekten çirkin sandım, halbuki çok güzel ve de tanıdıkmış. Çok da iyi oyuncu imiş.
Her ne kadar Serhat Tutumluer'i kadın ruhundan çok iyi anlayan, duygusal, aşık, ağlayabilen bir erkek, Mithat olarak sevmiş bulunsam da, akşam ettiği tek laf  "tatlılardan ne yiyeceğiz?" olan bu adam da çok ama çok başarılıydı.

8 Ekim 2010 Cuma

büşra


   Türban...Benim pek nefret ettiğim bu kelime filmde bolca geçiyordu ama zaten Büşra'ya "başörtülü" demeye de gönlüm razı olmazdı.
   İlk olarak Büşra'nın giyimi hem zenginliğiyle, hem de eğitimiyle çelişiyordu. Genellikle orta sınıfa mensup, nadiren zengin kızlar arasından da çıkabilecek bir tipti. Hatta Türkiye'ye turist olarak gelmiş, Arap coğrafyasına mensup kızlara da benziyordu.
   Yaman çok sahici bir karakterdi. "Yazar" denince tasavvur ettiğim düzenle kavgalı insan profiliydi.
 Su tabancası çok hoştu.Filmin sonlarına doğru bu tabancayla mistik mumları söndürüşü de harikaydı.

   Otoparkta karşılaşılan yeşil sosyeteden arkadaşlar...Büşra'ya "selamün aleyküm" dediler, hoşbeşten sonra Selen'le tanışırken tekrar dediler...Çarşaflı falan olsalardı olurdu, ama böyle olmamış. Kıyafetlerine hiç girmiyorum, onlar da Arap turistlere benziyorlardı, Türk yeşil sosyetesine değil...Emek ve para harcanan bir işte böyle yanlışlar olmamalı.
Damat Ferit.. "kadına istediğini değil, ihtiyacı olanı vereceksin, o zaman her dediğini yapar" insafsızlığında, ağzı küfür dolu, iş toplantısından sonra abdest terlikleriyle gezecek kadar iğreti...Ama çok müslüman (!). Gerçek hayatta da dindarlar arasında çok farklı hayatları olanlar var, Ferit bana bunları hatırlattı, bu açıdan sahiciydi. Büşra'nın maskeli baloya gittiği akşam ise ağız dolusu bir küfür eşliğinde terk-i diyar etmesi beklenirken o, kadını için savaşmayı tercih etti, şaşırttı.

   Selen'in "Büşra ile nereden tanışıyorsunuz?" a verdiği "imamhatipten" şakası çok hoştu. Yalnız ileriki bir zamanda bir an sinirle dahi olsa "ikimiz de bu arkadaşlığın saçma olduğunu biliyorduk" minvalindeki sözü kırıcıydı, kötüydü, çirkindi.
  Bir ara kötü kalpli cadıya dönüşen Uzakdoğu öğreticisi Alara için de şunu söyleyebilirim "Söz konusu, erkeğini elinde tutmaksa sevgi kelebekliği teferruattır :) Bu açıdan çok sahici bir karakterdi. Büşra'nın karşısına konulan bir karakter olduğundan mesleği hayli yerindeydi.
Büşra'nın cadılar balosunda sarfettiği "Bu benim kostümüm değil" cümlesi belki de filmdeki en vurucu cümleydi. Diğerlerininki sadece kostümdü, çıkarabilirlerdi, ama onunki kimliğiydi, ondan ayrı olamazdı. Bunu ona söyleten Hitler kostümlü karakter, kostümünü gayet içselleştirmişti ya da daha doğrusu kendine yani faşistliğine uygun bir kostüm seçmişti.
 "Selvi boylum al yazmalım" background unun şu yüzden seçildiğini düşünüyorum ; orada da birbirine yabancı iki kişinin aşkı vardı, Kadir İnanır dışarıdan gelmişti, Türkan Şoray'ın köyünden değildi, bir yabancıydı. Bu yüzden müzik oraya çok güzel oturmuştu. Fakat Atatürk büstünün önündeki dansı nasıl yorumlamalıyız bilemiyorum. "Bugün bir başörtülü ve bir liberal dans edebiliyorsa, bu Atatürk sayesindedir" :)  ya da "Atatürk'ün açtığı yolda, farklı dünyaların insanları birlikte olabilirlerse hiç bir sorun kalmaz." Birincisi biraz zorlama olmuş olabilir :)
Büşra'da kendimi bulmadım, birçok başörtülü kız da bulmamış, film her kesimden tepkiler almış, yalnızca 15 bin kişi izlemiş (ben de fragmanlardan ötürü tepkiliydim ve sinemada izlemedim). Fakat filmin taraflı olduğunu düşünmüyorum. Büşra gayet entellektüel, komplekssiz ve düşündüğünü açıkça söyleyen bir kızdı. Yaptığı yanlışlara gelince, bu durumun gerçek hayatta karşılıkları var, bizzat karşılaştım, arkadaşlık ettim, Hiçkimse mükemmel olmadığı gibi, başörtülü kızlar da değildir, insandırlar.

Bu filmi Atatürkçü bir yönetmen çekti, bunu da dikkate alarak, taraflı olmadığını düşünüyorum, her iki tarafa da göndermeler vardı.
  Yaman sahici bir karakterdi, Büşra'nın teknik eksiklikleri vardı ki bu yazıya direkt o konudan girdiğime göre çok çok önemli olsa gerek, fakat film "hem başörtülü hem entellektüel" bir karakterin başrol oynadığı bir ilkti.