31 Ekim 2010 Pazar

hayal perdesi kısa filmleri


Bugün gerçekleşen etkinlikte başlangıçta bir Mavi Marmara belgeseli gösterildi ki tek kelimeyle harikaydı.
"En acı olan şu; arkadaşının yüzüne bakıyorsun ama kanamasını durduramıyorsun."
"Bir insan seni bakışlarıyla ezmeye çalıştığında yapabileceğin iki şey var ; ya yere bakıp teslim olursun, ya da aynı şekilde bakarak enerjini tüketirsin, teslim olamazdım çünkü o zaman o ben olmazdım."
Bu iki söz hala kulaklarımda.

Kısa filmlerden "Güvercin" ve "Elma Dersem Uyan" ı izledim. "Güvercin" in yönetmeni, hangi yönetmenden ilham almış bilemeyeceğim ama filmi sonlandırmayarak, sonu bizim hayalgücümüze bırakmıştı. Ama bu modayı uygulayanların unuttuğu birşey var ki o da bizlerin hayalgücünü geliştirmesi gereken anaokulu çocukları olmadığımız gerçeği. Sonu hariç film gayet güzeldi ama keşke bir "son" u olsaydı.
"Elma Dersem Uyan" ı beğendim, kendisi günlük hayatta herkesin yakınında birilerinin mutlaka yaşamış olduğu bir durumdur. Bizim de komşularımızın yaşadığı, şahit olmadığım, bana sonradan anlatılan ve akabinde şahit olmadığım için hayıflandığım bir olaydır :

H ve Ö yeni evli komşularımızdır. Bir yaz akşamı gezmeden dönerler. H (bayan olan kişi) bahçedeki komşulara selam verir ve 5 dakikalık bir hoşbeşe başlar. Bu sırada Ö eve çıkar. Hoşbeşi bitirip eve dönen H kapıyı çalar fakat açan olmaz. Daha çok çalar, bir yandan telefon eder ama nafile. Korkmaya başlar. Annneme gelip durumu haber verir. Annem de kapıyı çalmaya başlamıştır. Bu esnada komşular da oraya birikmeye başlar. Herkes bağırıyor, H ağlıyor, annem kapıyı yumruklarken aynı anda tekmeliyordur da. Uzun bir müddet sonra kapı açılır. Ö bu olayı sonradan şöyle anlatacaktır ; "Bi uyandım bütün apartman karşımda." :) 

vavien


Vavien tamamıyla film okumaları semineri için izlediğim bir filmdi. Böyle bir durum olmasa, hasbelkader filme başlamış olsam dahi ne yazık ki bitiremezdim. Ama bu durumu sanatsal filmlerden anlamayışıma yormayacağım.

Binnur Kaya'nın oyunculuğu her zamanki gibi mükemmeldi fakat Engin Günaydın , Burhan Altıntop gibiydi. Gerçi filmdeki şive birebir Tokat şivesi imiş ama demek ki Burhan Altıntop da Tokatlıydı.

Film okumalarında değindiğimiz "başlangıçta isimler neden siyah fon üzerine beyaz yazılmış?" sorusuna bulduğumuz "iyi ve kötüye vurgu" cevapları bana bu seferlik uzak kaldı :)
Keza "neden film kirli bir tabakla başlıyor?" sorusuna olduğu gibi.

 Vavien aynı lambayı iki farklı anahtar ile kontrol etmeye yarayan elektrik devresi demek. Rivayetlere göre, filmdeki lamba Celal, bir anahtar Sevilay, diğer anahtar pavyon kadını imiş. Celal devreyi nasıl kullanacağını bilmeyen ve de korkak bir adam. Sevilay, korkak adamın korkak eşiydi ki bence bu yüzden çok sahici bir karakterdi. Gerçek hayatta da böyle değil midir? Umutsuz ve ezik bir bayanın o çok korktuğu kocası aslında eziğin ve korkağın önde gidenidir.

Vavien, Fransızca bir kelime. Filmin müzikleri de Fransız esintileri taşıyor ve de çok güzel.

Yukarı da resmi bulunan sahne sevdiğim bir bölümdü. Celal'in kabusundan uyanmasını beklerken, herşeyin gerçek olduğu anlaşıldı ve Sevilay bütün gerçekliğiyle "Celalim" dedi. Gerçekten hoştu.
Ve bize neyi hatırlattı? "Hiç rüyada olup olmadığından ya da uyandığından kuşkuya düştüğün oldu mu?" Matrix :)

Filmi beğenmeyişimi Taylan Biraderlere değil Engin Günaydın'a bağlıyorum. Zira Taylan Biraderlerin bir önceki filmleri 'Küçük Kıyamet' çok ama çok beğendiğim bir film olmuştu.

Vavien'in bana en önemli katkısı şudur ki artık vavien'in anlamını biliyorum.


28 Ekim 2010 Perşembe

baran


Cennetin Çocukları'nı izlemiştim uzun süre önce ve tabiki hayran kalmıştım. Mecid Mecidi ismini daha sonra duydum, geçenlerde de Bilim ve Sanat Vakfı'nda sinema atölyesine girmek isteyen birine sinema atölyesindeki birinin "Mecid Mecidi bizim şeyhimizdir" dediğine şahit oldum :) Meğerse daha önce Mecid Mecidi vakıfta misafir bile olmuş, sinema atölyesine katılmış, anladım ki bizim camianın gençleri arasında Farid Farjad ile birlikte Mecid Mecidi deyince de akan sular dururmuş.

Baran, yaratılışımızdan, doğduğumuz ve beslendiğimiz topraklardan bir aşkı anlatıyor. Öyle ki sahte, hoyrat ve özenti "aşk" yanılgısından nefret eden bünyeme bütün saflığıyla dokunuyor. "aşk" telaffuz dahi edilmeksizin, konuşmadan, kendini adayış...İmkansızlıklar içinde açan küçük bir çiçek...

Latif  hırçın, kavgacı, işi elinden alınınca daha da hırçınlaşmış bir çocukken, onu dizginleyen kendinden vazgeçiren aşk oluyor, onu "aşk" büyütüyor.
Latif, Rahmet' in sesini hiç duymadı. Yaşadığı herşey Rahmet'in yüzündeydi, mülteci olmanın, çalışmak zorunda olmanın verdiği acılar da, kuşlara yem vermenin verdiği küçük mutluluk da...

Filmin sonunda Rahmet sepetini düşürdü, dağılanları toplarlarken ellerin buluşmasını bekledim, öyle alışmıştım çünkü, ama buluşmadı ve bu buluşmayış beni daha ziyade mutlu etti.

"Çamura saplanmış kara lastik pabucun bütün masallardaki kristallerden daha varlıklıdır. Ama yokuşun dik senin, yükün ne kadar ağır. Senin taşıdığın benim belimi büküyor. Sen ezilme, bel verme diye her şeyden vazgeçebilirim. Sarı bir sayfanın resmiyeti üzerinden kazınan vesikalık bir fotoğraf gibi bir anda kimliksiz kalabilir, ismim gibi cismimden de geçebilirim."  nazan bekiroğlu

18 Ekim 2010 Pazartesi

ölü ozanlar derneği


Benim de idealist öğretmenlerim oldu, olmasaydı John Keating'i ütopik bulabilirdim ya da hayıflanabilirdim.
Bana hayat öğütleri veren, öğle aralarını bile öğrencileri için harcayan hocalarım oldu. İyi ki de oldu.
"Bir kitap okudum hayatım değişti" "Bir film izledim hayatım değişti" iki tür palavradır ama idealist bir hoca insanın hayatını gerçekten değiştirebilir ve bence her insan evladı hayatında bir kez dahi olsa böyle bir hocayı hakeder.

letters to juliet


                                                               Kesinlikle !

11 Ekim 2010 Pazartesi

gigante


Gigante, sımsıcak, izlerken çokça gülümsediğim bir Uruguay filmi. Süpermarkette çalışan güvenlik görevlisi adamın, ekranda gördüğü temizlik işçisine aşık olmasını konu alıyor.
"Gigante" "dev gibi,iri cüsseli" demek, Türkçe'ye de "koca adam" olarak çevrilmiş ki bu tam olarak güvenlik görevlisi Jara'yı nitelendiriyor. Jara, çok utangaç, uzun bir müddet Julia'yı sadece izliyor ve dışarıda da takip ediyor. Julia temizlik yaparken tuvalet kağıdı kulesini devirince, şefi ona kızarken, Jara'nın şefi anons ettirerek onu kurtarması, gece Julia'ya laf atan taksiciyi, Julia gittikten sonra dövmesi, Julia sinemaya gittiğinde önce aşk filmi salonuna bakıp sonra "mutant" isimli filmde onu bulması, Onu karate yaparken gördüğünde ve kendisi gibi metal dinlediğini öğrendiğinde yüzündeki mutluluk en sevdiğim kısımlar oldu.
Koca adam, bol bol yemek yiyor, fazla konuşmuyor, düşünceleri ve hissettikleri, mimiklerinden ve hareketlerinden anlaşılıyor.Kocam adam ve julia arasında filmin sonuna kadar tek bir diyalog dahi geçmiyor.
Gigante, ödül almış filmlere olan antipatimi zedeledi.



9 Ekim 2010 Cumartesi

kıskanmak



Filmi izlemeden önce, romanı okumuş olmayı dilesem de, o zaman muhtemelen filmde romanın tadını bulamayacak oluşuma dair pek kuvvetli tahminimden mütevellit bu fikirden vazgeçiyorum.
Günlük hayatta güzellik-kıskançlık düalizmi de sık sık görülse de zihinlerimizdeki ya da bilinçaltımızdaki "çirkinlik" ve "kıskançlık" ın o birbirini destekleyen, birbirlerine çıkan yollarına tanık olmuş oldum. Öyle bir duygu ki, kendi mahvına da sebebiyet verdirmekten çekinmeksizin hareket ettiriyor.
Seniha rolündeki Nergis Öztürk'ü yeni bir oyuncu ve gerçekten çirkin sandım, halbuki çok güzel ve de tanıdıkmış. Çok da iyi oyuncu imiş.
Her ne kadar Serhat Tutumluer'i kadın ruhundan çok iyi anlayan, duygusal, aşık, ağlayabilen bir erkek, Mithat olarak sevmiş bulunsam da, akşam ettiği tek laf  "tatlılardan ne yiyeceğiz?" olan bu adam da çok ama çok başarılıydı.

8 Ekim 2010 Cuma

büşra


   Türban...Benim pek nefret ettiğim bu kelime filmde bolca geçiyordu ama zaten Büşra'ya "başörtülü" demeye de gönlüm razı olmazdı.
   İlk olarak Büşra'nın giyimi hem zenginliğiyle, hem de eğitimiyle çelişiyordu. Genellikle orta sınıfa mensup, nadiren zengin kızlar arasından da çıkabilecek bir tipti. Hatta Türkiye'ye turist olarak gelmiş, Arap coğrafyasına mensup kızlara da benziyordu.
   Yaman çok sahici bir karakterdi. "Yazar" denince tasavvur ettiğim düzenle kavgalı insan profiliydi.
 Su tabancası çok hoştu.Filmin sonlarına doğru bu tabancayla mistik mumları söndürüşü de harikaydı.

   Otoparkta karşılaşılan yeşil sosyeteden arkadaşlar...Büşra'ya "selamün aleyküm" dediler, hoşbeşten sonra Selen'le tanışırken tekrar dediler...Çarşaflı falan olsalardı olurdu, ama böyle olmamış. Kıyafetlerine hiç girmiyorum, onlar da Arap turistlere benziyorlardı, Türk yeşil sosyetesine değil...Emek ve para harcanan bir işte böyle yanlışlar olmamalı.
Damat Ferit.. "kadına istediğini değil, ihtiyacı olanı vereceksin, o zaman her dediğini yapar" insafsızlığında, ağzı küfür dolu, iş toplantısından sonra abdest terlikleriyle gezecek kadar iğreti...Ama çok müslüman (!). Gerçek hayatta da dindarlar arasında çok farklı hayatları olanlar var, Ferit bana bunları hatırlattı, bu açıdan sahiciydi. Büşra'nın maskeli baloya gittiği akşam ise ağız dolusu bir küfür eşliğinde terk-i diyar etmesi beklenirken o, kadını için savaşmayı tercih etti, şaşırttı.

   Selen'in "Büşra ile nereden tanışıyorsunuz?" a verdiği "imamhatipten" şakası çok hoştu. Yalnız ileriki bir zamanda bir an sinirle dahi olsa "ikimiz de bu arkadaşlığın saçma olduğunu biliyorduk" minvalindeki sözü kırıcıydı, kötüydü, çirkindi.
  Bir ara kötü kalpli cadıya dönüşen Uzakdoğu öğreticisi Alara için de şunu söyleyebilirim "Söz konusu, erkeğini elinde tutmaksa sevgi kelebekliği teferruattır :) Bu açıdan çok sahici bir karakterdi. Büşra'nın karşısına konulan bir karakter olduğundan mesleği hayli yerindeydi.
Büşra'nın cadılar balosunda sarfettiği "Bu benim kostümüm değil" cümlesi belki de filmdeki en vurucu cümleydi. Diğerlerininki sadece kostümdü, çıkarabilirlerdi, ama onunki kimliğiydi, ondan ayrı olamazdı. Bunu ona söyleten Hitler kostümlü karakter, kostümünü gayet içselleştirmişti ya da daha doğrusu kendine yani faşistliğine uygun bir kostüm seçmişti.
 "Selvi boylum al yazmalım" background unun şu yüzden seçildiğini düşünüyorum ; orada da birbirine yabancı iki kişinin aşkı vardı, Kadir İnanır dışarıdan gelmişti, Türkan Şoray'ın köyünden değildi, bir yabancıydı. Bu yüzden müzik oraya çok güzel oturmuştu. Fakat Atatürk büstünün önündeki dansı nasıl yorumlamalıyız bilemiyorum. "Bugün bir başörtülü ve bir liberal dans edebiliyorsa, bu Atatürk sayesindedir" :)  ya da "Atatürk'ün açtığı yolda, farklı dünyaların insanları birlikte olabilirlerse hiç bir sorun kalmaz." Birincisi biraz zorlama olmuş olabilir :)
Büşra'da kendimi bulmadım, birçok başörtülü kız da bulmamış, film her kesimden tepkiler almış, yalnızca 15 bin kişi izlemiş (ben de fragmanlardan ötürü tepkiliydim ve sinemada izlemedim). Fakat filmin taraflı olduğunu düşünmüyorum. Büşra gayet entellektüel, komplekssiz ve düşündüğünü açıkça söyleyen bir kızdı. Yaptığı yanlışlara gelince, bu durumun gerçek hayatta karşılıkları var, bizzat karşılaştım, arkadaşlık ettim, Hiçkimse mükemmel olmadığı gibi, başörtülü kızlar da değildir, insandırlar.

Bu filmi Atatürkçü bir yönetmen çekti, bunu da dikkate alarak, taraflı olmadığını düşünüyorum, her iki tarafa da göndermeler vardı.
  Yaman sahici bir karakterdi, Büşra'nın teknik eksiklikleri vardı ki bu yazıya direkt o konudan girdiğime göre çok çok önemli olsa gerek, fakat film "hem başörtülü hem entellektüel" bir karakterin başrol oynadığı bir ilkti.