19 Kasım 2010 Cuma

persepolis


Persepolis, Marjane Satrapi isimli İranlı bayanın çizgiromanından sinemaya uyarlanmış bir animasyon filmi.
İran İslam Devrimi'ni Marjane, sol görüşlü, muhalif ailesi ve çevresi özelinde ele alıyor.
Filmin sinema değeri çok yüksek ve son derece sürükleyici, içerik olaraksa oryantalist bir bakış hakim olsa da yine de yaşanmış(?) kısıtlamaları konu alıyor, İngilizlerin petrol politikası ve İran-Irak savaşına da değiniyor.
Marjane'ın 9-24 yaş arasındaki hayatına, Viyana deneyimlerine, muhalif kimliğine tanıklık ediyoruz.

Batılı bir insan olsaydım muhtemelen bu filmi çevremdeki herkese izletip "bakın, işte böyle olmuş, oluyor" derdim, Korku İmparatorluğu tebaasından bir beyaz Türk olsaydım da yine aynı şeyi yapıp "Türkiye'nin rotası" na vurgu yapardım.
Evet İran'da bir kısım insanların engellendiklerini biliyorum, fakat filmdeki kadar mı bilemiyorum. Bu konuda üç İranlıyla konuşmak isterdim.
Siyah-beyaz bir animasyon filmi olması benim çok ilgimi çekti. Türkiye'de yaşanmış/yaşanan sorunları da böyle bir tarzda görmeyi çok isterim. Örneğin bitmek tükenmek bilmeyen başörtüsü yasağını...
Marjane İslamcı (bu kelimeyi ilk ve son kez kullanıyorum) bir devlette, komünist bir ailede doğdu. Ben laik bir devlette, muhafazakar bir ailede doğdum. İçini dolduruşumuz farklı olsa da "özgürlük" kavramı her iki sahibe-i hayatın ortak ihtiyacı.


stefan'ın kılıcı


-Küreselleşme çağındayız. Bundan herkes kendince yararlanmalı. Sadece başkalarına kızarak küreselleşmeyi ıskalamak akıl karı mı?
-Evet, küreselleşme çağı! Her şey küreselleşiyor. Ticaret, siyaset, savaşlar, çıkarlar, katliamlar, zulümler küreselleşiyor. Ama nedense ve ne hikmetse adalet küreselleşmiyor. İnsanlık küreselleşmiyor. Merhamet küreselleşmiyor.



9 Kasım 2010 Salı

serçelerin şarkısı


Bu sahne hayatımda gördüğüm en etkileyici sahnelerden biriydi. Çocuklar, hayalleri için çok çalışmışlardı, çamur içerisindeki bir yeri temizlemişler, yetiştirmek için balık almışlardı, balıkları yaşatmak için herşeyi boşvermişlerdi.
Ama hayalleri yıkıldı ve bu yıkılış yüzlerinden öyle derin okundu ki...Kamera hepsinin yüzünde tek tek gezdi, hüzünleri çok saf ve bariz bir şekilde okundu. Çocukların dünyasında herşey daha yalın, daha anlaşılır. İdeallerin önünde engel kabul edilen "hayatın gerçekleri" ne olan uzaklıklarından mütevellit cesaret ve çalışkanlıkları muhteşemdi.

Bu filmde "hırs" ın insanı nasıl değiştirdiğini ve hoş olmayan sonuçlarını, devekuşlarının gerçekten de hızlı koştuğunu, İran filminde İbrahim Tatlıses dinlenilmesinin beni mutlu ettiğini gördüm.
Mecid Mecidi filmlerinde her zaman olan "fakirliğin, onurlu ve güzel yaşama ve kuvvetli aile bağlarına engel olmak zorunda olmadığı" nı gördüm.

8 Kasım 2010 Pazartesi

senaryo yazmak


Gökhan Yorgancıgil'in verdiği 4 haftalık "senaryo yazmak" seminerlerinin ilk ve son derslerine girdim. Öyle bir amaç gütmeksizin, neler konuşulduğunu merak ederek..
Notlarım ;

  İLKELERİMİZ
1) İlke merkezli düşün
2) Yalın düşün (Think simple' imiş evrensel hali)
3) Çok oku,çok izle
4) Senaryo yazımı bir görüntü yazımıdır, edebi bir sanat değil.
5) Seyirci, karakter ile özdeşleşir
6) Karakter dış evrenle, iç evrenle ve diğer karakterlerle çatışma yaşar.
7) Karakter değişir, A noktasından B noktasına
8) Senaryo yazarı Arketip yazar, Stereotip değil


Zengin bir adamla fakir bir adamın farkını anlatmak için onlara uzun felsefi tartışmalar yaptırmak değil, basit bir sorunu (örn musluk tamiri) kendilerince çözmelerini göstermek gerekir. Senaryo yazarı gerçekler arkasındaki anlamları anlatır.

"Kıpkızıl güneş batıyordu" değil, sadece "güneş batıyordu" kırmızılığı katacak olan yönetmendir.

Roman (kitap), filmden üstün bir sanattır. ( evet sanırım, "filmi, kitabı gibi değildi çok kötüydü" demek yanlış, hiçbir zaman kitap gibi olamaz, ayrı şeyler.)

Her hikaye özünde bir olgunlaşma hikayesidir. Karakter, senaryonun başındaki ile aynı kişi değildir. (buna benim vereceğim ilk örnek "baran" olur.)

Fikir-idea
Bir yapımcıya 5 katlı bir binanın 1. katından 5. katına kadar asansörde anlatabileceğimiz bir fikir.
"zengin kız-fakir oğlan" ilginç fikir değil, "batmakta olan Titanikteki zengin kız fakir oğlan" ilginç fikir.
Dostoyevski bütün yazdıklarını, yaşadığı dönemin 3. sayfa haberlerinden almış. Türkiye'de de bunu Zeki Demirkubuz yapıyor.

Senaryo yazımı bir tasarım işidir. Sanatçılığın önüne geçmeyen bir mühendislik gibi.

-karakter bilir,seyirci bilmez
-karakter bilmez,seyirci bilir
-karakter bilir,seyirci bilmez
-karakter bilmez,seyirci bilmez.

seyirci üzerinde en fazla gerilim yaratan 2. sidir.

Bunun dışında sinopsisler,tretmanlar gibi çok teknik konular vardı ama beni dumura uğratan senaryo yazmak için bilgisayar programları olduğunu öğrenmem oldu. Word ile yazılmazmış :) 
Yeryüzünde söylenmemiş söz, işlenmemiş konu olmadığını düşünürsek çok zor bir iş, derinlik lazım...

* Resim, Gökhan Yorgancıgil'in filmi "Sıfır Dediğimde" den. Daha önce tv de görüp, bir miktar izlemiştim, belki de cazip gelmemişti bilemiyorum ama en kısa zamanda doğru düzgün izleyeceğim.

3 Kasım 2010 Çarşamba

çorba film ve yahudi adetleri

                        

   İçinde Fatih Akın bulunduğu için beni iten fakat sevdiğim üç oyuncuyu - Natalie Portman, Orlando Bloom ve Hayden Christensen - içerdiğinden dolayı beni çeken "New York, I love you" filmi ne yazık ki 12 yönetmenin kısa filmlerinden oluşan bir çorba idi. En beğenilen bölümlerden biri en sonuncu olan iki yaşlı çiftin hikayesi imiş ama ben malesef sonuna kadar dayanamadım.

Filmde en ilgimi çeken, kendisi de Yahudi asıllı olan Natalie Portman'ın oynadığı bölümde gösterilen Yahudi gelenekleriydi. Evleneceği için saçını kazıtmak ve peruk takmak zorunda kalmıştı.  

"Brooklyn’de Boro Park denilen bölge ise gerçek bir Yahudi yerleşim bölgesi. Hasidik denilen en dindar olanlarının yaşadığı yer burası. Etrafınızdaki hemen her erkek siyah cübbeli, başında kippalı, yanaklarının iki yanından kıvrımlı zülüfleri uzanan cübbelerinin kenarından iki yanlı püskülü sarkan bir görünüme sahip.
Buraya gelenlerin kadınlarda en dikkatini çeken şey ise kafalarındaki perukları. Yahudi geleneğinde evli kadınlar, saçlarını kazıtıp üzerine peruk takıyor. Kimi Yahudi kadın bu perukla geziyor, kimi peruğun üzerine türban tarzında bir örtü geçiriyor."
haber7.com

                                   

1 Kasım 2010 Pazartesi

cennetin rengi


Majid Majidi'ye zevkle ve iştiyakla devam ediyorum.
Yabancı dile "The color of paradise/ cennetin rengi" olarak çevrilen bu filmin orjinal adı  Rang-e khoda,
yani "Hüda'nın Rengi". Pride and Prejudice' ın "aşk ve gurur" olarak çevrilmesi kadar garipsemesem de, orjinal adının filme daha çok uyduğunu düşünüyorum. Çünkü Muhammed görme engelli ve Allah'ı elleriyle görmeye çalışıyor.

Öğretmenim: "Allah Körleri Daha Çok Seviyor." Dedi. Bende;"Eğer Öyle Olsaydı Bizi Kör Yapmazdı."Dedim."Çünkü ßöyleyken Onu Göremeyiz." Oda Bana;"Allah Görünmezdir..." O Heryerdedir Onu Hissedebilirsin! " "Parmaklarınla Onu Görebilirsin..."Dedi.Ben de Hergün Parmaklarımın Dokunduğu Heryerde, Herşeyde Allah'ı Aradım" Ve Ona Herşeyi Anlattım Kalbimdeki Sırları Bile.

Film, insanın kalbine dokunan bir sahneyle başlıyor. Muhammed duyarak, dokunarak, yuvasından düşmüş bir yavru kuşu buluyor ve ağaca tırmanıp onu yuvasına bırakıyor.

Babası haricinde, Muhammed'in göremeyişinden şikayetçi olan kimse yoktu, buna Muhammed de dahil. Kardeşlerinin ve özellikle ninesinin Muhammed'e olan sevgisi çok etkileyiciydi. Babası Muhammed'i görme engelli bir marangozun yanına bıraktığında ninesi evi terk etmeye kalktı ve hasta olup yataklara düştü. Baba " Muhammed'i geri getireyim mi?" dediğinde "Ben onun için değil senin için endişeleniyorum" dedi. Oğluna, gelecekte yaşayacağı vicdan azabını işaret etti.
Baba her ne kadar, oğluna bakmak istemeyen bir karakter olsa da, annesine olan sevgi ve saygısı da beni etkiledi. "Mutlak iyi" olmayan bir karakterin dahi annesine sonsuz saygı duyması, her zaman görebileceğimiz türden bir şey değil.
Muhammed'in nehre düştüğü sahne, en vurucu sahneydi benim için. Evet, dünyanın bir karanlıktan ibaret olması fikri, yeterince korkutucu ama görebilen bir insanın dahi başedemediği bir akıntıda karanlıkta olmak, nereye, nasıl savrulduğunu görememek, tutunacak dalı, önüne çıkması muhtemel kayayı görememek...
En acısı bu.
Ama Allah, Muhammed'in kendisini aramasına devam etmesini istedi. Görebilen insanların göremediklerinde, kendisini görmeye devam etmesini istedi.